GÖĞÜN KUCAĞI KAÇKARLAR

 

Anladım ki yol dediğin gitmek değil oralarda; inmek ve çıkmak. Anladım ki varmak da önemli değil, yolun kendi asıl olan. Anladım ki buraları görmüş insanların derinlik, yükseklik ve heybet anlayışları başka. Yeşil dediğin bizim bildiğimiz yeşil değil, hava dediğin neme doymuş; su, her taşın altından fışkıran şeffaf bir maden...




Rize-Pazar’ı geçip, denizi ardınızda bıraktığınızda yol yine yükselmeye başlıyor. Karşılaştığınız güzellikler karşısında ister istemez ayağınızı gazdan çekip, bu manzaranın içinde kayboluyor ve hiç bitmesin istiyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, önünüzdeki günlerde bu güzelliklerden çok daha fazlasını göreceksiniz. Camları indirin hemen, camları... Bırakın hücum etsin ciğerlerinizle birlikte ruhunuza da bu heybetli ormanların havası.



Yazının bundan sonraki kısmını bu müzik eşliğinde okumanızı öneririm.


Ve kısa süre sonra Çamlıhemşin’e varıyorsunuz. Çamlıhemşin; dört tarafı ormanlarla çevrili kara parçası... Varış durağı olan Ayder ile arası yaklaşık 20 km. ve o uzun yolculuğun son kilometrelerini güzellikler karşısındaki şaşkın balık görünümünüzle, ağzınız açık şekilde alıyorsunuz. Ama hemen toparlanmanız gerek çünkü kalacağınız yere varıyorsunuz ve ev sahipleri ile tanışma zamanı...



Rakım 1390

Kardelen’de kaldık biz, oldukça turistik bir hale gelmiş Ayder’in biraz yukarısında. Güzel gülüşlü insanların, yeni tanışmaların buzlarını hemen erittiği yerde. Evden çok uzaktaydık ama bu bir haftalık evimizi ilk günden sevmiştik. Kilometreler sonra vardığımız ahşap dünyaya “Hoşgeldin” kadehleri kaldırdık birlikte, sonrasında çok keyifli akşamlar geçireceğimiz verandada ve gerçekten hoş gelmiştik.

Ertesi gün tekrar başladı yol maceramız. Köprülerden geçtik, yüzyıllar öncesinde harç kullanılmadan yapılmış taş kemerli köprülerden. Henüz suları beklediğimiz kadar coşkun akmasa da, Fırtına’ya dokunduk. Yamacına, yüzyıllar öncesinde kurulmuş Zilkale’den o derin vadiyi izledik. Taşın toprağın suya doyup da içindeki nemi yağmur gibi misafirlerine yağdırdığı Palovit Şelalesi’nde suyun sesini yakından dinledik. Ne de güzel söylenmiş Dede Korkut hikâyelerinde “Gölgeli ağacın kesilmesin, taşkın akan suyun kurumasın.” Aynen öyle.

“Şimşir ormanına gidiyoruz” dediler. Alışık olduğumuz, bodur şimşirlerle kaplı geniş bir alan hayal etmenin ne kadar yanlış olduğunu, ince gövdeli, zarif ve upuzun ağaçlarla karşılaştığımızda anladık. Yüzüklerin Efendisi filminden bir sahnenin içindeymişiz gibi dolaştık aralarında, kelimenin tam anlamıyla fantastik! Yeşilin onlarca tonunu barındıran o masalsı orman, gerçekliğinden şüphe ettirecek kadar güzeldi. 2000 yıldan fazla olmuş o ağaçların kök salmaları.

Sonrasında araçla hoplaya zıplaya, dar yollarda aşağıdaki derin vadilere yuvarlanmaktan korka korka, Kaleköy’e vardık. Bu bölgedeki en eski ev tiplerini barındırıyordu Kaleköy ancak sanıyorum bu evlerden sadece iki-üç tane kalmış. Çatılar topraktan yapılırmış bir zamanlar -o yüzdenmiş evlerin üzerlerinde ot bitmesi- en ideal yalıtım malzemesiymiş çünkü toprak. Uzun ağaç kütüklerini geçme yöntemlerle monte etmişler birbirlerine, horon oynarken yaptıkları gibi kenetlenmiş belki de yaşamlar.

“Niye şuralara güzel yollar yapmıyorlar?” diye söylendik durduk dönüş yolu boyunca. Ama sonraki günlerde insanların kolayca ulaştığı yerlerde nasıl bir kirliliğe neden olduklarını görünce vazgeçtik söylenmekten. Vazgeçtik, düzgün yollar yapmasınlar ki bu eşsiz doğa görgüsüz piknikçiler tarafından talan edilmesin.


Ormanların Sessizliği

Arabaya atlayıp, yukarılara çıkmaya devam ettik diğer günlerde de. Yeşil yollar üstünde durakladık çoğu kez. Galer Düzü’nde durduk örneğin. Türkiye’nin pek çok yerinden gelen HES protestocuları konaklıyordu. Bir “Merhaba” deyip lafladık biraz. Birkaç iyi adam bir ağaç kütüğünden heykel yontuyordu, onları izledik. İyi gün dileklerimizden sonra- sanki böyle bir yerde kötü gün geçirmek mümkünmüş gibi- ormanın derinliklerine doğru bir yolculuğa başladık.

Durgun denizde vücuda çarpan küçük dalgaların sesi kadar huzur vericiydi ormanın yüze vuran sessizliği. Neme doymuş toprağa her adım attığında biraz daha derine gömülüyordu insan, kök salmak istermiş gibi oralara. Çamur değil, toprak ananın akan makyajıydı ayaklarımıza bulaşan, kahverengi. Su her yerdeydi. Gürül gürül, kayaların arasından akıyordu zaman zaman, kimi zaman toprağa saklanıyordu. Çokça, çiçeklerin, yaprakların, incecik büyülü ağların üzerinde dinleniyordu. Kimbilir belki bir bulut geçmişti ve gözyaşları kalmıştı çimende ya da efsanenin dediği gibi Raziye’nin gözyaşlarıydı bunlar. Neden olmasın?



Mikrokozmos Ve İnsan

Bastığınız her yere dikkat etmeliydiniz çünkü mükemmel bir mantarı ya da minik bir çiğdemi ezebilirdiniz. Ormanda yukarılara baktıkça kendinizi küçücük, aşağılara baktıkça kocaman hissediyordunuz. Uzaklara bakmak mümkün değildi... Şirinler’i aradık minik,kırmızı mantarların arasında, bu gördüklerimizin gerçek olamayacağına inanarak. Orada, o kusursuz küçük evrenin içinde kendinizi Gargamel gibi hissediyordunuz bazen. Ama eğer söylendiği gibi insan da bir küçük evrense kendi içinde, bu güzel mantarlar çekingen ama tehlikeli gülüşler olarak yansıyordu insan ruhuna.

İlk kez yaban mersini yedim, ilk kez kıpkırmızı, bir damlacık canıyla insanın ağzına mükemmel bir aroma yayan yabani dağ çileği yedim. Ahududundan hoşlanmayan ben, bu müthiş lezzetli kırmızıları kapışan kalabalığımızın arasına karıştım. Ayrıksı duran kırmızıları sevdim çokça, onca yeşilin içinde. Bir de ladinleri. Ladinler, zülüfleriydi sanki dağ yollarının...

Yollar boyunca gördüğümüz, metrelerce yükseklikteki karakovanların oralara nasıl yerleştirildiklerini hayal bile edemeyerek, hayret ettik ayıların o kadar yükseğe tırmanabileceklerine.Rakım yükseldikçe artan ayı tuzaklarını gördük. Her akşam belirli aralıkla duyduğumuz patlamaların, ayıları korkutmak için kurulan düzenekler olduğunu öğrenip, bu seslere alıştık.



Yollar Ve Sisler

Güneşle çıktığımız yollar sislere borç verildi Avusor’a doğru. Bir beyaz denizde yüzer gibi yürüdük, önümüzdeki adımları kaybetmeden. Rüzgâr sert yüzünü göstermeden, usul usul geçiyordu misafir bedenlerimizin arasından, yavaş yavaş omuzlarımızdan iterek. Rehberimiz “Göle vardık.” dediğinde, hayalkırıklığına uğradık çünkü görebildiğimiz tek şey iki metre ötemizdeki yol arkadaşımızın sisler içindeki silüetiydi sadece. Tam umutsuzluğa kapılacakken, yürüyüş sırasındaki gayretimize acımış olsa gerek, açtı yüzünü doğa yavaşça ve inanılmaz bir manzaranın ortasında olduğumuzu gördük. Bir tarafı yemyeşil bir heybet, diğer tarafı sonsuzluktu bulunduğumuz yerin. Kendimizi yerden çok göğe yakın hissediyorduk.

Her gün, yukarılara çıktıkça azalan oksijen, yerini huzurlu bir sessizliğe bırakıyordu göğün kucağında. Uzun yürüyüşler ardından dilimiz dışarı düşüyor ama artan kan hücreleri ile birlikte yüzümüze kocaman bir gülümseme oturuyordu. Etrafa baktıkça doğaya hayranlık ve doğa karşısındaki acizlik gelip yerleşiyordu ruhumuza. Kalp atışlarımızın artması yükseklikten mi, manzara karşısındaki heyecanımızdan mı ayırt edemiyorduk.


Güneşli Gülenler

Bulutlar ülkesinin yüzlerine bulut değmeyen, hep güneşli gülen insanlarıyla en güzel kahvaltıları yaptık, akşam yemekleri yedik, yaylalarda lafladık. Horon vuramasak da oynamayı denedik, tulumlar eşliğinde. Çok güzel bağlıyordu başlarını kadınlar, nasıl bağladıklarını öğrendik. Ama meselâ yöresel kadın ismine rastlamadık hiç. Firdevs, Kevser,Havva gibi cennetten çıkan adlar “kurmuşlar” kızlarına, cennet gibi yerlerde yaşadıklarından olsa gerek...

Uzun yolculukların yorgunluğunu Ayder Kaplıcası’nın o sıcacık suyuna bıraktı kimimiz akşamları, kimimiz verandadaki mangal başı sohbetlere... Muhlamanın son yudumunu yemek için her sabah usanmadan yarıştık kendi aramızda. Kara lahana sarmalarında lokmalarımızı saydık, mısır ekmeğinde dilimlerimizi. Kırmızı benekli alabalıkların tereyağdaki kokusunu içimize çektik. Saatler gördük yaylalardaki bir göz odalarda ama zamanın yavaş aktığına şahit olduk.


Yine de, insan o kadar yukarıdayken ister istemez soruyordu kendine. “Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?”




Aşağıdaki fotoğrafları da bu müzik eşliğinde izlemenizi öneririm.





Yorumlar

  1. Bir evet demenin, var olan olanakları biraz zorlamanın ardından gelen güzel gezi.Orada doğmasam da doğayla bu kadar güzel bir kardeşlik oluşturan o coğrafyadan hissediyorum kendimi.
    Keyifli ve şiirsel yazın için teşekkürler Gökçe.Sayende yitip gitmekten kurtuldu.Hoşçakal ;)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar