"Middlesex" Bursa'da başlar


“...Manzara etkileyiciydi. Bin feet aşağıda eski Osmanlının başkenti Bursa, vadinin yeşilliği boyunca bir tavla tahtası gibi uzanıyordu..... Bursa -son altı yüzyıldır olduğu gibi- çok sevimli görünüyordu, kutsal bir şehir, Osmanlı’nın kabristanı ve ipek ticaretinin merkezi; sessiz ve yokuş caddeleri minare ve servilerle çiçeklenmişti...”

Geçtiğimiz yılın Pulitzer ödüllü romanını karıştırırken karşılaştığım bu satırlar beni şaşırttı. Amerika’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden birine göz atarken, yaşadığım kent çıktı birden karşıma... “Aradaki uzak denizlere ragmen Bursa’yı keşfeden yazar, bu tarihi kentten çok etkilenmiş olacak ki sıradışı hikayesine buradan başlamış” diye düşündüm. Yazar Jeffrey Eugenides’in Middlese.x (Ortacins) adını verdiği yaklaşık 500 sayfalık kitabında anlattığı enteresan öyküde bize dair neler yok ki... Bursa, İzmir, Kurtuluş Savaşı, Atatürk, Uludağ eteklerindekii küçük dağ köyü Bithynios ve büyülü mekan Kozahan...




Baharın da ilk gülüşünden cesaret alarak kendimi kitapla birlikte Kozahan’da buldum. Şehrin modern telaşından uzaklaşarak tarihin kucağına sığındım yine, elimde Middlesex’le... İç bahçedeki masalardan birine oturup bir çay söyledim tavşan kanı, sonra dalıp gitmişim...

Baharın gelişiyle huzur bulan avluda kitabın sayfalarını karıştırdıkça onyıllar öncesinin Bursa’sına döndüm. Kitabın büyüleyici atmosferine usul usul dalarken, şimdi sakin sakin karşımda duran avlunun yıllar önceki o "ipek telaşı" sardı beni. Civar köylerden gelerek kozalarını satmaya çalışan Ermeni ve Rumların keyifli sohbetlerinin sindiği avluda, sıkı pazarlıklardan yükselen "aldım-verdim" seslerini duyar gibi oldum birden... Yaşamları ipekböcekleriyle kurulu kadınların yetiştirdikleri kusursuz kozaların satıldığı bu otantik mekana konuk oldum ben de, sadece erkeklerin girebildiğine aldırış etmeden...

Diğer zanaatlara göre daha mistik bulduğum kozacılık bu kitabın ilk bölümlerinde oldukça ön planda. Dağ köyünde koza yetiştiren kadınlardan tutun da ipeğin doğduğu ilk günlere kadar uzanıyor zaman zaman hikaye. Ortaya çıkmak için hem emek hem de ruh isteyen "ipeksi mücevherler" ile geçimini sağlayan Rum bir ailenin öyküsüyle başlıyor zaten herşey. Kitapta koza yetiştiricisi anne kızına şöyle öğüt veriyor: "İyi ipek elde edebilmek için, sen de ‘saf’ olmalısın"... Sonra kozacı kadınların dünyasına yolculuğa çıkıyor yazar. Kendi etrafına koza ören bir ipekböceğini izleyen kadının dış dünyada olan her şeyi unuttuğunu yazıyor, tıpkı gizemli bir müzik dinler gibi...

Middlese.x’teki asıl hikaye çift cinsiyetli (Hermaphrodite) Yunan asıllı bir Amerikalının yaşamı aslında... Kız olarak dünyaya gelen, ancak daha sonra cinsiyet bunalımı yaşayan Calliope'nin dünyasına eğiliyor Eugenides kitapta ve kahramanın genlere bağlı yaşadığı bu sorunu üç kuşak önceki ailesine dönerek anlatmaya çalışıyor. İşte tam bu noktada yazar kendini, 1920’lerin Bursa’sında Uludağ’ın eteklerindeki bir dağ köyünde buluyor.

Önce abla kardeş olan, ancak daha sonra “garip bir şekilde birbiriyle evlenen” Yunanlı çiftin yaşam öyküsüyle başlıyor her şey. Hikaye örülürken Bursa’nın en güzel mekanları ev sahipliği yapıyor bu enteresan öyküye. Neden böyle bir başlangıç yaptığını ise şöyle açıklıyor yazar: “…Öncelikle bir çift cinsiyetlinin (hermaphrodite) öyküsünü anlatmak istedim. Hermaphroditizm beni Klasizm’e taşıdı, Klasizm Helenizm’e ve Helenizm de kendi soyuma. Romanda kendi Yunan atalarımı kullandım, çünkü bu anlatmak istediğim hikayede çok işime yarayacaktı” Kozacılık yapan büyükannesinin tarihteki izlerini takip eden yazar, bakın kitabında Bursa’yı nasıl anlatıyor:

“...Manzara etkileyiciydi. Bin feet aşağıda eski Osmanlının başkenti Bursa, vadinin yeşilliği boyunca bir tavla tahtası gibi uzanıyordu. Çatı kiremitlerinin kırmızı elmasları, beyaz badanalarla uyum içindeydi. Orada burada sultanların türbeleri parlak izler gibi dizilmişti. 1922’ye geri dönüldüğünde araç trafiği caddeleri henüz kaplamamıştı. Havayı dumanla dolduran metalurji ve tekstil tesisleri şehri sarmamıştı. Bursa -en az bin feet yukarıdan- son altı yüzyıldır olduğu gibi çok sevimli görünüyordu, kutsal bir şehir, Osmanlı’nın kabristanı ve ipek ticaretinin merkezi, sessiz ve yokuş caddeleri minare ve servilerle çiçeklenmişti. Yeşil Türbe’nin çinileri yüzyılların etkisiyle maviye dönmüştü...”

Kitapta mitolojik ismi Olympos’la anılan Uludağ’ın eteğindeki ufak Rum köyünde yaşayan Desdemona ve Lefty geçimlerini kozacılıkla sağlamaktaydı. Zaten küçük olan Bithynios 1913’te yaşanan Balkan Savaşı nedeniyle başlayan göçle daha da küçülmüştü. Sevimli bir görünümü olan köyde kırmızı çatılarıyla sarı sıvalı evler vardı. En gösterişli iki evin önünde “çıkmalar” bulunuyordu. Evlerin geneli ise bir oda ve mutfaktan ibaretti. Bithynios’ta hiç dükkan yoktu, postane veya banka da. Sadece bir taverna ve kilise bulunuyordu. Alışveriş için Bursa’ya inmek gerekiyordu.
Yaklaşık 100 kişinin yaşadığı köyde hayat, bu insanların etrafını koza gibi örmekteydi. Desdemona’nın büyük özenle yetiştirdiği ipekböceklerinin kozalarını Lefty, kente inerek satıyordu. O bu işe ablasının -yani daha sonraki karısının- verdiği kadar değer vermiyor, anlam yüklemiyordu. Bakın yazar Lefty’nin 1922 yılında kentte, özellikle Kozahan’da geçen bir gününü nasıl anlatıyor:

"Lefty şehre ulaştığında, Kapalı Çarşı Caddesi'ne indi, Borsa Sokağı'na döndü ve biraz sonra Kozahan'a giren kemeri geçiyordu. İçeride, fıskiyenin etrafında, yüzlerce sert ve yüksek çuval ipekböceği kozalarıyla doluydu. Erkekler her yeri doldurmuştu, alım satım yapıyorlardı. O sabah saat onda çalan açılış zilinden beri bağırıyorlardı ve sesleri kısılmıştı. ‘İyi fiyat, iyi kalite’. Lefty kendi çuvalını taşıyarak kozalar arasındaki dar yolda bir yere sıkışıp yerleşti. Ailesinin geçimini sağlamak hiçbir zaman ilgisini çekmemişti. İpekböceği kozalarını kızkardeşinin yapabildiği gibi hissederek veya sezerek yargılayamamıştı. Kozaları pazara getirmesinin tek nedeni kadınların bunu yapmasına izin verilmemesiydi. İtiş kakış, hamalların çarpması ve çuvalların sürekli kaydırılması onu gerdi. Eğer herkes bir anlığına dursa bunun ne kadar güzel olacağını düşündü…”

Çok az kişinin yaşadığı köyde kendisine evlenecek kız bulamayan Lefty hikayenin ilerleyen bölümlerinde sıkça kente inmeye başladı, kardeşinin bir Türk kızına gönlünü vermesinden korkan Desdemona ise bu duruma giderek sinirleniyordu. Desdemona’nın bu bölümde Türk kızları hakkında söylediği sözler ise pek de iç açıcı değildi. "Belki sen bir harem kızı istiyorsun. Doğru mu?.. Sen göbeğini suratında sallayan şişman Türk kızlarından hoşlanıyorsun. Bunlardan birini istiyorsun? Niye Türk kızları yüzlerini kapatır biliyor musun? Din yüzünden olduğunu mu zannediyorsun? Hayır. Çünkü diğer türlü kimse onlara bakmaya katlanamaz."
Bir Türk kızı olarak bu satırları okumak rahatsızlık verse de sonuçta kimilerinin bakış açısını yansıtması açısından gerçeklik değeri taşıyor kuşkusuz…

1920’lerde başlayan öyküde ayrıca Kurtuluş Savaşı’ndan ve Atatürk’ten parçalar da bulunuyor. Batı Cephesi’nde orduların ilerleyişi sırasında yaşanan olaylara da kitabında yer veren yazar, bu dönemi bir Yunanlı bakış açısıyla anlatsa da kalemindeki ustalık gözden kaçmıyor. Romanda sürmekte olan savaş nedeniyle küçük köylerini terk etmek zorunda kalan Rum ve Ermeniler soluğu İzmir’de (Smyrna’da) alıyor. Şu meşhur İzmir yangınının da anlatıldığı öyküde bir anda dumandan göz gözü görmez oluyor. Bu tarihi yangının nedeni on yıllar sonra hala tartışıladursun, hikayedeki iki kahraman Desdemona ve Lefty bir şekilde bu büyük hengame ve yaşam savaşından kurtulup, kendilerini Detroit’e kadar atıyor. Öykü buradan sonra tamamen bambaşka bir mekanda devam ediyor. Tarihle iç içe bir kurgu yapan yazar, anlattığı her dönemi büyük bir ustalıkla canlandırıyor. Tarihin bu kadar ön plana çıktığı romanla ilgili olarak sorulan “Bu bir tarihi roman mı?” sorusuna Eugenides, “Hayır” yanıtını veriyor. “Bu bir çift cinsiyetlinin öyküsü” diyor yazar, “…ve 3 kuşak bir aileyi anlatıyorum kitapta” diyerek devam ediyor. “Ancak karakterlerimi anlatabilmek ve yaşam tarzlarını tam olarak ortaya koyabilmek için tarihe ihtiyaç duydum”

80 yıllık bir ailenin öyküsünü anlatan Eugenides, kitabının ilerleyen bölümlerinde, 60’lı yılların Detroit’ine geçiyor. Küçük bir Rum köyünde başlayan öykü, Amerika’daki göçmenlerin yaşamına çeviriyor bakışlarını. Ford Motors’un kurulduğu ilk günlere ışık tutan yazar, o dönemdeki göçmen ve işçilerin yaşamlarını ustalıkla gözler önüne seriyor. Oldukça zor şartlar altında süren bu hayatları irdeleyen yazar, 1960’lardaki ırk ayrımı ve İslamiyet’in ABD’deki yükselişine de dikkat çekiyor. Calliope’nin sonuçta cinsiyet değiştirerek erkek olmayı seçeceği öyküsünün son aşamasında ise modern zamanın Berlin’inde bir aşk öyküsü anlatıyor Eugenides…

Başarılı yazar Jeffrey Eugenides’in bu ikinci kitabı. İlk kitabını 1993’te yayımlayan yazar, 11 yıl aradan sonra bu müthiş romanla edebiyat dünyasına geri döndü. Amerika doğumlu yazarın ilk kitabı “The Virgin Suicides” da edebiyat çevrelerince çok başarılı olarak değerlendirilmişti. “Middlese.x” hakkında da ünlü eleştirmenler ve önde gelen gazeteler tarafından “11 yıl beklediğimize değdi” yorumları yapılırken, Eugenides de kendi yarattığı bu son eserinden oldukça memnun olduğunu ifade ediyor. Kitabı üzerinde çok uzun zaman titizlikle çalıştığını belirten Eugenides, akıcı dili ve sıra dışı öyküsüyle dikkat çeken bu kitabıyla çok konuşuladursun, okyanuslar ötesinden insanlar Kozahan ve Uludağ’ın havasını soluyor. Bu etkileyiciyi öyküye kusursuz bir atmosfer sunan Bursa, kimbilir belki de daha pek çok yabancı yazara ilham kaynağı olacak bundan sonra.

Jeffrey Eugenides’in son kitabı Middlese.x... Henüz dilimize çevrilmese de bu kitap, kısa sürede tüm dünyada hak ettiği değeri bulacaktır kuşkusuz… Bu kitaba Bursalıların da mutlaka göz atması gerektiğini belirterek yazımı bitirirken, Kozahan’da geçen günleri okurken aklıma gelen bir bilmeceyle sözlerimi tamamlamak istiyorum. Cevabı ise Middlese.x’in içinde saklı, iyi okumalar…

Hikmet Ullah Şehrimin bir tanesi
Oğulunun karnında yatar annesi…


*Bu yazı Bursa'da Yaşam dergisinde yayımlanmıştır.2006

Yorumlar

Popüler Yayınlar